Hud suresi 11. ayeti okunuşu , Ayet kelimesinin türkçe karşılığı.
﴿اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ ﴾ [هود: 11]
ayet arapça & türkçe okunuşuİllâ-lleżîne saberû ve’amilû-ssâlihâti ulâ-ike lehum maġfiratun veecrun kebîr(un) [Hud: 11]
Meal Kur'an-ı Kerim - Diyanet
Bunların dışında, sabredip iyi işler işleyen kimseler, işte onlara mağfiret ve büyük ecir vardır. [Hud: 11]
Hud Suresi 11. ayet tefsiri
Allah Teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yani sürelerini aklımızla belirlememiz mümkün olmayan altı kozmik devirde yarattı. ( bk. A‘râf 7/54 ) Bunları yaratmaya başlamadan evvel arşı ve suyu yaratmıştı. “ Arşı ise daha önce su üzerinde idi ” ( Hûd 11/7 ) ifadesi buna işaret eder. Ancak bu ikisinden hangisinin daha önce yaratıldığına dair bir bilgi yoktur. Resûlullah ( s.a.s. ) yaratılışın başlangıcı hakkında şöyle buyurur:
“ Allah vardı, O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Arşı da su üstünde idi. Daha sonra gökleri ve yeri yarattı ve Levh-i Mahfuz’da her şeyi yazdı. ” ( Buhârî, Bedü’l-Halk 1 )
“ Allah’ın arşınının su üzerinde olması ” mes’elesi;
› Zaman
› Su
› Arş kavramları açısından incelendiğinde, bundan farklı yorumlar çıkarılabilmektedir.
Eğer âyette kastedilen zaman kâinatın yaratılışından önce ise, o takdirde “ su ” kelimesinin burada bir istiareden ibaret olduğunu ve arş gibi onun da gerçek niteliğini bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Kâinatın ilk yaratılma aşamalarında ise, bizim dünyamızın “ su ” kavramına oldukça yaklaşmış oluruz. Çünkü bugün bilim dünyasının ortak kanaati haline gelmiş ve oldukça ciddi kanıtlarla desteklenen teoriler, kâinatın sıfır hacim ve sonsuz yoğunlukta, trilyonlarca derece sıcaklıkta bir kozmik çorbadan yaratılmış olduğu ve daha sonra da adım adım atom parçacıklarının inşa edildiği yönündedir. Buna göre kâinatın ilk dönemlerinde, madde bütünüyle hidrojen çekirdeklerinden ibaretti ki, hâlen de kâinattaki maddenin dörtte üçünün hidrojenden ibaret olduğu hesaplanmaktadır. Hidrojen ise suyun hammaddesidir; kelimenin kökü “ su ”dan gelmekte ve hidrojen adı da “ suyu doğuran ” anlamını taşımaktadır. Bu açıdan yaklaşıldığında, kâinatın uzun çağlar boyunca ağırlıklı olarak hidrojen üzerinde tecelli eden ilâhî irade ile şekillendiğini ve suyun hammaddesi ile göklerin ve yerin yaratılarak bugünkü hâlini aldığını söyleyebiliriz. Eğer âyetteki ibâre “ yerin yaratıldığı ” zamana işaret ediyorsa, bu defa, bizim bildiğimiz suya iyice yaklaşmış oluruz. Her üç halde de suyun yaratılış için taşıdığı önem âşikârdır. “ Arş ” kelimesine gelince, Allah’ın kudret ve hâkimiyetini ifade etmesi itibariyle bu kelimenin su ile ilişkisi de açıktır. Çünkü Allah’ın ilim, irade, kudret ve rahmetinin eserleri, bütün ihtişamıyla, hayat üzerinde kendilerini göstermektedir ve hayatta suya bağlıdır. Nitekim Enbiyâ sûresi 30. âyette buna açıkça işarette bulunulmuştur. ( Kandemir ve diğerleri, s. 750-751 )
Arşın, suyun, göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin yaratılma maksadı, akılla donatılıp sorumlu kılınan insanı imtihan etmek ve bunlar içinde en güzel amel işleyenleri seçip ortaya çıkarmaktır. Efendimiz ( s.a.s. )’in beyânıyla: “ Hangisinin akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun taatine koşmada en süratli olduğunu belirlemektir. ” ( Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 404 ) Buna göre aklı, yenip içilecek rızkı değil, yaratılışın esas hikmeti olan en güzel amelin hangisi olduğunu tespit ve onun yapılması istikâmetinde kullanmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu nimetlerin hepsini bir hikmete bağlı olarak ihsan buyurdu. İnsanlar, dünyada bunlarla imtihan olunacak, öldükten sonra dirildiğinde bu imtihanın neticesine göre bir muameleye tabi tutulacaktır. Bunun, hayat ırmağının akacağı mecburi bir mecrâ ve içine döküleceği zaruri bir son olduğunda şüphe bulunmamakla beraber, akıl ve iradelerini küfür katranıyla iyice kapatmış olanlar bu gerçeği kabul etmez ve bunun, gerçekle alakası olmayan apaçık bir düzmece olduğunu söylerler. Bu hakikatleri haber veren Kur’an’ın, cahil insanları aldatmak, onları dünya zevklerinden ve nefsânî hürriyetlerden mahrum bırakmak suretiyle üzerlerinde baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve düzmece bir söz olduğunu iddia ederler. Çünkü onların anlayışına göre ölenin bir daha dirilmesi olacak şey değildir. Bu sebeple müşrikler, zaman zaman Peygamberimiz ( s.a.s. ) ile alay etme niyetiyle başlarına helak edici musibetler getirmesini istiyorlar; bekledikleri musibet hemen gelmeyince de yine alayvârî bir şekilde: “ Ne oluyor, niçin azap gelmiyor? Onu alıkoyan, gelmesini engelleyen nedir? ” diyorlardı. Halbuki acele etmelerine gerek yoktur. Çünkü azap geldiğinde onları her yönden çepeçevre kuşatacak ve kimsenin bunu onlardan geri çevirmeye gücü yetmeyecektir.[ 1 ]
İnsana gelince o, kendine güvendiği kadar çok güçlü ve dayanıklı bir varlık değildir. Ölüm, toplu helak, kıyâmet gibi büyük felaketler şöyle dursun karınca ısırması gibi en küçük bir sıkıntı bile onun dengesini bozmaya ve ümitsizliğe düşmesine yeter:
وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ اِنَّهُ لَيَؤُۧسٌ كَفُورٌ ﴿9﴾ وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَاۤءَ بَعْدَ ضَرَّاۤءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪ي اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ ﴿10﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُوۨلٰۤئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ ﴿11﴾
9. Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırır, sonra da bunu elinden çekip alıversek, bu takdirde o tamâmen ümitsizliğe kapılır, olabildiğine nankör kesilir.
10. Fakat başına gelen bir darlık, dert ve sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet tattırsak, hiç şüphesiz bu defa: “ Bütün kötülükler, dertler, belâlar bir daha gelmemek üzere beni bırakıp gitti ” der. Böylesi, dengesiz bir sevinç içinde tam bir şımarıktır, böbürlenip duran mağrurun tekidir.
11. Ancak her iki halde de sabredip Allah’ın razı olacağı doğru, yerinde ve güzel ameller işleyenler böyle davranmazlar. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfât vardır.
Bu ayetler, hidâyeti bulamamış insanın, sahip olduğu nimetleri elinden kaybedince içine düştüğü ruh halini resmetmektedir. Gerçekten insana bir nimet gelip, sonra da geri alındığında ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında bütün ümidini kaybeder. Geçmişi de hemen unutur, şükretmez ve tamamen nankör biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini inkâr etmeye varıncaya kadar ileri gider. Halbuki elindeki o nimetler, yüce Allah’ın kendisine karşılıksız bir bağışı idi. Bunu hatırına getirmez, günaha girer fakat tevbe etmek de aklına gelmez. Dolayısıyla ayetlerin oluşturduğu tablo, dar görüşlü ve aceleci insan yapısını tasvir etmekte ve bize onu gerçek yönüyle tanıtmaktadır. Yine ona, bir sıkıntıdan sonra hoş bir nimet tattırılırsa, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa kesinlikle: “ Bütün kötülükler, dertler, belâlar bir daha gelmemek üzere beni bırakıp gitti ” ( Hûd 11/10 ) der. Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Sevinir ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla insanlara üstünlük taslamaya çalışır.
Fakat ayetlerde bir grup insan, tasvir edilen bu insan tiplemesinden istisna edilmektedir. Onlar zor ve sıkıntılı günlerde sabredenlerdir. Bunlar sıkıntılı günlerde sabrettikleri gibi, nimetli günlerde de nimetin şükrünü yerine getirme hususunda sabretmişlerdir. Zira insanların çoğu sıkıntılara katlanabildiği halde, nimetli günlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan ve şımarmayan insanların oranı çok küçüktür. Dolayısıyla her iki durumda da iyi işler yapanları, yani zor günlerde sıkıntılara gönül hoşnutluğuyla katlanıp sabırlı davrananlar ile buna karşılık nimete eriştiklerinde şükredip başkalarına iyilik edenleri bağışlama ve büyük mükâfat beklemektedir. Şu bir gerçektir ki, insan nefsini, kâfirliğin göstergesi olan sıkıntılı günlerdeki umutsuzluktan ve fâsıklığın göstergesini oluşturan rahat günlerdeki şımarıklıktan koruyan tek müessir güç, iyi amellerle kendini gösteren ciddi bir imandır. Zira böyle bir iman, insan kalbini sıkıntılı günlerde de nimetli günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki durumda da yüce Allah’a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına izin verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenip kibirlenmesine müsaade eder. ( Seyyid Kutub, Fî Zılâl, IV, 1860 ) Her iki durum da mü’min hesabına ayrı birer hayırdır. Böyle bir durum, yani darlıkta ve bollukta çifte mutluluk sadece mü’minler için sözkonusudur. Bu gerçeği beyân sadedinde Allah Rasulü ( s.a.s. ) şöyle buyurur:
“ Mü’minin durumu gıbta ve hayranlık vericidir. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik Sadece mü’minde vardır. Sevinecek bir şeye nâil olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur. ” ( Müslim, Zühd 64 )
Her türlü şartlar altında böylesi bir sabır ve şükür halinin devamı hususunda Allah Teâlâ, Peygamberimiz ( s.a.s. ) şahsında bütün mü’minleri şu şekilde uyarmaktadır:
[ 1 ] Âyette geçen اُمَّةٌ مَعْدُودَةٌ ( ümmetün ma‘dûdetün ) ifadesinde yer alan “ ümmet ” kelimesine pek çok müfessir “ zaman, süre, vakit ” mânaları vererek ibareyi “ belli bir süre, belirlenmiş bir vakit ” şeklinde anlamışlardır. Bu doğrudur. Bununla birlikte “ ümmet ” kelimesinde “ nesil, cemaat; belli bir din ve gaye etrafında ve bir önderin liderliğinde bir araya gelmiş düzenli bir grup ” mânaları vardır. Buna göre âyet-i kerîme bize şu mânaları hatırlatmaktadır: Bir neslin yaptığı kötülüklerin cezası hemen o kötülükleri yapanlara verilmeyip daha sonraya ertelenebilmektedir. Mesela âyeti ülkemizdeki gelişmeler ışığında ele almak gerekirse Cumhuriyet döneminde boy veren zehirler Tanzimat döneminin tohumlarıdır. Bir dönemde ekilen fitne fesat tohumlarının belâsını sonraki nesiller çekmişlerdir. Yine Cumhuriyetin başından beri atılan yanlış adımların belâsını bizler çekiyoruz. Aslında bu durum, âyetlerde yer alan: “ Kimse bir başkasının suç ve günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz ” ( Fâtır 35/18 ) ilkesine aykırı değildir. Örnek vermek gerekirse, sigara içen hamile annenin bebeğine zararı bulunmuyor mu?
Ömer Çelik Tefsiri
Hud suresi 11 ayeti anlamı - okunuşu
Ancak her iki halde de sabredip Allah’ın râzı olacağı doğru, yerinde ve güzel ameller işleyenler böyle davranmazlar. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır.
Mokhtasar tefsiri
Ancak zorluklara, ibadetlere ve günahlara karşı sabredenler ve salih ameller işleyenler böyle değildir. Böyle olanlar için başka bir durum vardır. Çünkü bunlara ümitsizlik isabet etmez. Bunlar; Allah`ın nimetlerine karşı nankörlük etmezler ve insanlara karşı kibirlenmezler. İşte bu özelliklere sahip olan kimseler için Rablerinden günahları için bir bağışlanma ve ahirette ise büyük bir mükâfat vardır.
Ali Fikri Yavuz
Ancak her iki halde de sabredip sâlih amelleri işliyenler müstesnadır. İşte, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir sevap vardır
İngilizce - Sahih International
Except for those who are patient and do righteous deeds; those will have forgiveness and great reward.
Hud suresi okuAbdulbaki Gölpınarlı meali
Ancak sabredenler ve iyi işlerde bulunanlar müstesnadır. Öyle kişilerdir onlar ki onların hakkıdır yarlıganmak ve büyük bir ecir ve mükafat.
Azerice Bunyadov Memmedeliyev
Səbr edənlər və yaxşı işlər görənlər müstəsnadır. Məhz onları (günahlardan) bağışlanma və böyük bir mükafat gözləyir.
Kuran Araştırmaları Vakfı
Ancak (musibetlere) sabredip güzel iş yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve bir büyük mükafat vardır.
Hud suresi (Hud) 11 ayeti arapça okunuşu
﴿إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَٰئِكَ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ﴾
[ هود: 11]
إلا الذين صبروا وعملوا الصالحات أولئك لهم مغفرة وأجر كبير
سورة: هود - آية: ( 11 ) - جزء: ( 12 ) - صفحة: ( 222 )English | Türkçe | Indonesia |
Русский | Français | فارسی |
تفسير | انجليزي | اعراب |
Türkçe Kur'an-ı Kerim ayetler
- Ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah'ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah
- Ey İnsanlar! Allah dilerse sizi yok eder, başkalarını getirir, O, buna Kadir'dir.
- Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini
- Kitap'ı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez misiniz?
- Onlar inanmışlar, kalbleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalbler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.
- Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır.
- Şehirde bir takım kadınlar: "Vezirin karısı kölesinin olmak istiyormuş; sevgisi bağrını yakmış; doğrusu onun besbelli
- Onlara: "Allah'ı bırakıp taptıklarınız nerededir. Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilir.
- Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler; O'na inanırlar. Müminler için: "Rabbimiz! İlmin
- Eğer kendilerine emredersen, o iki yüzlüler, savaşa çıkacaklarına bütün güçleriyle yemin ederler. De ki: "Yemin
türkçe Kuran sureleri :
En ünlü Kur'an okuyucularının sesiyle surah Hud indirin:
Hud Suresi mp3 : Hud suresini dinlemek ve indirmek için okuyucuyu seçin Yüksek kalitede tamamlayın
Ahmed Al Ajmy
Bandar Balila
Khalid Al Jalil
Saad Al Ghamdi
Saud Al Shuraim
Abdul Basit
Abdul Rashid Sufi
Abdullah Basfar
Abdullah Al Juhani
Fares Abbad
Maher Al Muaiqly
Al Minshawi
Al Hosary
Mishari Al-afasi
Yasser Al Dosari
Bizim için dua et, teşekkürler