طسم(1) Ta. Sin. Mim. |
تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ(2) Bunlar, apaçık Kitab'ın ayetleridir. |
لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ(3) (Resulüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın! |
إِن نَّشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِم مِّنَ السَّمَاءِ آيَةً فَظَلَّتْ أَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِعِينَ(4) Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır. |
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مِّنَ الرَّحْمَٰنِ مُحْدَثٍ إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ(5) Kendilerine, o çok esirgeyici Allah'tan hiçbir yeni öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler. |
فَقَدْ كَذَّبُوا فَسَيَأْتِيهِمْ أَنبَاءُ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ(6) Üstelik (ona) "yalandır" derler; fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında onlara gelecektir. |
أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى الْأَرْضِ كَمْ أَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ(7) Yeryüzüne bir bakmazlar mı! Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik. |
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(8) Şüphesiz bunlarda (Allah'ın kudretine) bir nişane vardır; ama çoğu iman etmezler. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(9) Şüphe yok ki Rabbin, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
وَإِذْ نَادَىٰ رَبُّكَ مُوسَىٰ أَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ(10) Hani Rabbin Musa'ya: O zalimler güruhuna, Firavun'un kavmine git. Hala (başlarına gelecekten) sakınmayacaklar mı onlar? diye seslenmişti. |
قَوْمَ فِرْعَوْنَ ۚ أَلَا يَتَّقُونَ(11) Hani Rabbin Musa'ya: O zalimler güruhuna, Firavun'un kavmine git. Hala (başlarına gelecekten) sakınmayacaklar mı onlar? diye seslenmişti. |
قَالَ رَبِّ إِنِّي أَخَافُ أَن يُكَذِّبُونِ(12) Musa şöyle dedi: Rabbim! Doğrusu, beni yalancılıkla suçlamalarından korkuyorum. |
وَيَضِيقُ صَدْرِي وَلَا يَنطَلِقُ لِسَانِي فَأَرْسِلْ إِلَىٰ هَارُونَ(13) (Bu durumda) içim daralır, dilim dönmez; onun için Harun'a da elçilik ver. |
وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنبٌ فَأَخَافُ أَن يَقْتُلُونِ(14) Onların bana isnad ettikleri bir suç da var. Bundan ötürü beni öldürmelerinden korkuyorum. |
قَالَ كَلَّا ۖ فَاذْهَبَا بِآيَاتِنَا ۖ إِنَّا مَعَكُم مُّسْتَمِعُونَ(15) Allah buyurdu: Hayır (seni asla öldüremezler)! İkiniz mucizelerimizle gidin. Şüphesiz ki, biz sizinle beraberiz, (her şeyi) işitmekteyiz. |
فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَا إِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ(16) Haydi Firavun'a gidip deyin ki: Gerçekten biz, alemlerin Rabbi'nin elçisiyiz; |
أَنْ أَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ(17) İsrailoğullarını bizimle beraber gönder. |
قَالَ أَلَمْ نُرَبِّكَ فِينَا وَلِيدًا وَلَبِثْتَ فِينَا مِنْ عُمُرِكَ سِنِينَ(18) (Kendisine Allah'ın emri tebliğ edilince Firavun) dedi ki: Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi? |
وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّتِي فَعَلْتَ وَأَنتَ مِنَ الْكَافِرِينَ(19) Sonunda o yaptığın (kötü) işi de yaptın. Sen nankörün birisin! |
قَالَ فَعَلْتُهَا إِذًا وَأَنَا مِنَ الضَّالِّينَ(20) Musa: Ben, dedi, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım |
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ(21) Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı. |
وَتِلْكَ نِعْمَةٌ تَمُنُّهَا عَلَيَّ أَنْ عَبَّدتَّ بَنِي إِسْرَائِيلَ(22) O nimet diye başıma kaktığın ise, (aslında) İsrailoğullarını kendine kul köle etmendir. |
قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ(23) Firavun şöyle dedi: Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir? |
قَالَ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ إِن كُنتُم مُّوقِنِينَ(24) Musa cevap verdi: Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişiler olsanız, (itiraf edersiniz ki) O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. |
قَالَ لِمَنْ حَوْلَهُ أَلَا تَسْتَمِعُونَ(25) (Firavun) etrafında bulunanlara: İşitiyor musunuz? dedi. |
قَالَ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ(26) Musa dedi ki: O, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbidir. |
قَالَ إِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذِي أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ(27) Firavun: Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir, dedi. |
قَالَ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ(28) Musa devamla şunu söyledi: Şayet aklınızı kullansanız (anlarsınız ki), O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir. |
قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ إِلَٰهًا غَيْرِي لَأَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونِينَ(29) Firavun: Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlıklardan ederim! dedi. |
قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُّبِينٍ(30) Musa: Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı? dedi. |
قَالَ فَأْتِ بِهِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ(31) Firavun: Doğru söyleyenlerden isen, haydi getir onu! diye karşılık verdi. |
فَأَلْقَىٰ عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُّبِينٌ(32) Bunun üzerine Musa asasını atıverdi; bir de ne görsünler, asa apaçık koca bir yılan (oluvermiş)! |
وَنَزَعَ يَدَهُ فَإِذَا هِيَ بَيْضَاءُ لِلنَّاظِرِينَ(33) Elini de (koynundan) çıkardı; o da seyredenlere bembeyaz görünen (nur saçan bir şey oluvermiş)! |
قَالَ لِلْمَلَإِ حَوْلَهُ إِنَّ هَٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ(34) Firavun, çevresindeki ileri gelenlere: Bu, dedi, doğrusu çok bilgili bir sihirbaz! |
يُرِيدُ أَن يُخْرِجَكُم مِّنْ أَرْضِكُم بِسِحْرِهِ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ(35) Sizi sihiriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz? |
قَالُوا أَرْجِهْ وَأَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ(36) Dediler ki: Onu ve kardeşini eğle ve şehirlere toplayıcı görevliler gönder; |
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَحَّارٍ عَلِيمٍ(37) Ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa sana getirsinler. |
فَجُمِعَ السَّحَرَةُ لِمِيقَاتِ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ(38) Böylece sihirbazlar belli bir günün tayin edilen vaktinde biraraya getirildi. |
وَقِيلَ لِلنَّاسِ هَلْ أَنتُم مُّجْتَمِعُونَ(39) Halka: Siz de toplanıyor musunuz (haydi hemen toplanın), denildi. |
لَعَلَّنَا نَتَّبِعُ السَّحَرَةَ إِن كَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ(40) (Firavun'un adamları:) Eğer üstün gelirlerse, herhalde sihirbazlara uyarız, dediler. |
فَلَمَّا جَاءَ السَّحَرَةُ قَالُوا لِفِرْعَوْنَ أَئِنَّ لَنَا لَأَجْرًا إِن كُنَّا نَحْنُ الْغَالِبِينَ(41) Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a: Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret vardır değil mi? dediler. |
قَالَ نَعَمْ وَإِنَّكُمْ إِذًا لَّمِنَ الْمُقَرَّبِينَ(42) Firavun cevap verdi: Evet, o takdirde hiç şüphe etmeyin, gözde kimselerden de olacaksınız. |
قَالَ لَهُم مُّوسَىٰ أَلْقُوا مَا أَنتُم مُّلْقُونَ(43) Musa onlara: Ne atacaksanız atın! dedi. |
فَأَلْقَوْا حِبَالَهُمْ وَعِصِيَّهُمْ وَقَالُوا بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ إِنَّا لَنَحْنُ الْغَالِبُونَ(44) Bunun üzerine iplerini ve değneklerini attılar ve: Firavun'un kudreti hakkı için elbette bizler galip geleceğiz, dediler. |
فَأَلْقَىٰ مُوسَىٰ عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ(45) Sonra Musa asasını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuveriyor! |
فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِدِينَ(46) (Bunu görünce) sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. |
قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ(47) "Alemlerin Rabbine, iman ettik" dediler. |
رَبِّ مُوسَىٰ وَهَارُونَ(48) "Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik". |
قَالَ آمَنتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ۚ لَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُم مِّنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ أَجْمَعِينَ(49) Firavun, (kızgınlık içinde) dedi ki: Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Demek ki size sihiri öğreten büyüğünüzmüş o! Ama şimdi (size yapacağımı görecek ve) bileceksiniz: Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım! |
قَالُوا لَا ضَيْرَ ۖ إِنَّا إِلَىٰ رَبِّنَا مُنقَلِبُونَ(50) "Zararı yok, dediler, (nasıl olsa) biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz." |
إِنَّا نَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لَنَا رَبُّنَا خَطَايَانَا أَن كُنَّا أَوَّلَ الْمُؤْمِنِينَ(51) "Biz, ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız." |
۞ وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي إِنَّكُم مُّتَّبَعُونَ(52) Musa'ya: Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip edileceksiniz, diye vahyettik. |
فَأَرْسَلَ فِرْعَوْنُ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ(53) Firavun da şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi: |
إِنَّ هَٰؤُلَاءِ لَشِرْذِمَةٌ قَلِيلُونَ(54) "Esasen bunlar, sayıları az, bölük pörçük bir cemaattır." |
وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ(55) "(Böyle iken) kesinkes bizi öfkelendirmişlerdir." |
وَإِنَّا لَجَمِيعٌ حَاذِرُونَ(56) "Biz ise, elbette uyanık (ve yekvücut) bir cemaatız." (diyor ve dedirtiyordu). |
فَأَخْرَجْنَاهُم مِّن جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ(57) Ama (sonunda) biz onları (Firavun ve kavmini), bahçelerden, pınarlardan, çıkardık. |
وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ(58) Hazinelerden ve değerli bir yerlerden. |
كَذَٰلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا بَنِي إِسْرَائِيلَ(59) Böylece, bunlara İsrailoğullarını mirasçı yaptık. |
فَأَتْبَعُوهُم مُّشْرِقِينَ(60) Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. |
فَلَمَّا تَرَاءَى الْجَمْعَانِ قَالَ أَصْحَابُ مُوسَىٰ إِنَّا لَمُدْرَكُونَ(61) İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları: İşte yakalandık! dediler. |
قَالَ كَلَّا ۖ إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ(62) Musa: Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir. |
فَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْبَحْرَ ۖ فَانفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ(63) Bunun üzerine Musa'ya: Asan ile denize vur! diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı), her bölük koca bir dağ gibi oldu. |
وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ(64) Ötekilerini de oraya yaklaştırdık. |
وَأَنجَيْنَا مُوسَىٰ وَمَن مَّعَهُ أَجْمَعِينَ(65) Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. |
ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ(66) Sonra ötekilerini suda boğduk. |
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(67) Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(68) Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ إِبْرَاهِيمَ(69) (Resulüm!) Onlara İbrahim'in haberini de naklet. |
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ(70) Hani o, babasına ve kavmine: Neye tapıyorsunuz? demişti. |
قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ(71) "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler. |
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ(72) İbrahim: Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? |
أَوْ يَنفَعُونَكُمْ أَوْ يَضُرُّونَ(73) Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı? |
قَالُوا بَلْ وَجَدْنَا آبَاءَنَا كَذَٰلِكَ يَفْعَلُونَ(74) Şöyle cevap verdiler: Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk. |
قَالَ أَفَرَأَيْتُم مَّا كُنتُمْ تَعْبُدُونَ(75) İbrahim dedi ki: İyi ama, neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? |
أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمُ الْأَقْدَمُونَ(76) "İster siz, ister eski atalarınız" |
فَإِنَّهُمْ عَدُوٌّ لِّي إِلَّا رَبَّ الْعَالَمِينَ(77) İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak alemlerin Rabbi (benim dostumdur); |
الَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِ(78) Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. |
وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ(79) Beni yediren, içiren O'dur. |
وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ(80) Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. |
وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ(81) Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. |
وَالَّذِي أَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ(82) Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. |
رَبِّ هَبْ لِي حُكْمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ(83) Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. |
وَاجْعَل لِّي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ(84) Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! |
وَاجْعَلْنِي مِن وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ(85) Beni, Naim cennetinin varislerinden kıl. |
وَاغْفِرْ لِأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ(86) Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o sapıklardandır. |
وَلَا تُخْزِنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ(87) (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. |
يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ(88) O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. |
إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ(89) Ancak Allah'a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur). |
وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ(90) (O gün) cennet, takva sahiplerine yaklaştırılır. |
وَبُرِّزَتِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ(91) Cehennem de azgınlara apaçık gösterilir. |
وَقِيلَ لَهُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ تَعْبُدُونَ(92) Onlara: Allah'tan gayrı taptıklarınız hani nerede? denilir. |
مِن دُونِ اللَّهِ هَلْ يَنصُرُونَكُمْ أَوْ يَنتَصِرُونَ(93) Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerine (olsun) yardımları dokunuyor mu?. |
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ(94) Onlar ve azgınlar oraya tepetaklak (cehenneme) atılırlar. |
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ(95) İblis bütün orduları da. |
قَالُوا وَهُمْ فِيهَا يَخْتَصِمُونَ(96) Orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler: |
تَاللَّهِ إِن كُنَّا لَفِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ(97) Vallahi, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. |
إِذْ نُسَوِّيكُم بِرَبِّ الْعَالَمِينَ(98) Çünkü biz sizi alemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk. |
وَمَا أَضَلَّنَا إِلَّا الْمُجْرِمُونَ(99) Bizi ancak o günahkarlar saptırdı. |
فَمَا لَنَا مِن شَافِعِينَ(100) "Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var". |
وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ(101) "Ne de yakın bir dostumuz". |
فَلَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ(102) Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha olsa da, müminlerden olsak! |
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(103) Bunda elbet (alınacak) büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(104) Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ(105) Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar. |
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ نُوحٌ أَلَا تَتَّقُونَ(106) Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? |
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ(107) Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(108) Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ(109) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak alemlerin Rabbidir. |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(110) Onun için, Allah'tan korkun ve bana itaat edin. |
۞ قَالُوا أَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْأَرْذَلُونَ(111) Onlar şöyle cevap verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tabi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç! |
قَالَ وَمَا عِلْمِي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ(112) Nuh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. |
إِنْ حِسَابُهُمْ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّي ۖ لَوْ تَشْعُرُونَ(113) Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz! |
وَمَا أَنَا بِطَارِدِ الْمُؤْمِنِينَ(114) Ben iman eden kimseleri kovacak değilim. |
إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ مُّبِينٌ(115) Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. |
قَالُوا لَئِن لَّمْ تَنتَهِ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُومِينَ(116) Dediler ki: Ey Nuh! (Bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşlanmışlardan olacaksın! |
قَالَ رَبِّ إِنَّ قَوْمِي كَذَّبُونِ(117) Nuh: Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı. |
فَافْتَحْ بَيْنِي وَبَيْنَهُمْ فَتْحًا وَنَجِّنِي وَمَن مَّعِيَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ(118) Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar. |
فَأَنجَيْنَاهُ وَمَن مَّعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ(119) Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde (taşıyarak) kurtardık. |
ثُمَّ أَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاقِينَ(120) Sonra da geri kalanları suda boğduk. |
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(121) Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(122) Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ(123) Âd (kavmi) de peygamberleri yalancılıkla suçladı. |
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ هُودٌ أَلَا تَتَّقُونَ(124) Kardeşleri Hud onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? |
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ(125) Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(126) Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ(127) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak alemlerin Rabbidir. |
أَتَبْنُونَ بِكُلِّ رِيعٍ آيَةً تَعْبَثُونَ(128) Siz her yüksek yere bir alamet dikerek eğleniyor musunuz? |
وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَ(129) Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz? |
وَإِذَا بَطَشْتُم بَطَشْتُمْ جَبَّارِينَ(130) Yakaladığınız zaman, zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(131) Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. |
وَاتَّقُوا الَّذِي أَمَدَّكُم بِمَا تَعْلَمُونَ(132) Bildiğiniz şeyleri size bol bol veren, Allah'dan korkun. |
أَمَدَّكُم بِأَنْعَامٍ وَبَنِينَ(133) "O size verdi: davarlar, oğullar". |
وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍ(134) "Bahçeler çeşmeler." (Allah'a karşı gelmek) den sakının. |
إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ(135) Doğrusu sizin hakkınızda muazzam bir günün azabından endişe ediyorum. |
قَالُوا سَوَاءٌ عَلَيْنَا أَوَعَظْتَ أَمْ لَمْ تَكُن مِّنَ الْوَاعِظِينَ(136) (Onlar) şöyle dediler: Sen öğüt versen de, vermesen de bizce birdir. |
إِنْ هَٰذَا إِلَّا خُلُقُ الْأَوَّلِينَ(137) Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir. |
وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ(138) Biz azaba uğratılacak da değiliz. |
فَكَذَّبُوهُ فَأَهْلَكْنَاهُمْ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(139) Böylece onu yalancılıkla suçladılar; biz de kendilerini helak ettik. Doğrusu bunda büyük bir ibret vardır; ama çokları iman etmezler. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(140) Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَلِينَ(141) Semud (kavmi) de peygamberleri yalancılıkla suçladı. |
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ(142) Kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? |
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ(143) Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(144) Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ(145) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak alemlerin Rabbidir. |
أَتُتْرَكُونَ فِي مَا هَاهُنَا آمِنِينَ(146) Siz burada, güven içinde bırakılacak mısınız (sanırsınız)? |
فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ(147) "Böyle bahçelerde, çeşme başlarında?" |
وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَضِيمٌ(148) "Ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında?" |
وَتَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا فَارِهِينَ(149) (Böyle sanıp) dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz (oyup yapıyorsunuz). |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(150) Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. |
وَلَا تُطِيعُوا أَمْرَ الْمُسْرِفِينَ(151) "O aşırıların emrine uymayın." |
الَّذِينَ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ(152) "Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyenler(in sözüyle hareket etmeyin). |
قَالُوا إِنَّمَا أَنتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ(153) Dediler ki: Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! |
مَا أَنتَ إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُنَا فَأْتِ بِآيَةٍ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ(154) Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir. |
قَالَ هَٰذِهِ نَاقَةٌ لَّهَا شِرْبٌ وَلَكُمْ شِرْبُ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ(155) Salih: İşte (mucize) bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, dedi. |
وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَظِيمٍ(156) Ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir. |
فَعَقَرُوهَا فَأَصْبَحُوا نَادِمِينَ(157) Buna rağmen onlar deveyi kestiler; ama pişman da oldular. |
فَأَخَذَهُمُ الْعَذَابُ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(158) Bunun üzerine onları azap yakaladı. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(159) Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ الْمُرْسَلِينَ(160) Lut kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı. |
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ لُوطٌ أَلَا تَتَّقُونَ(161) Kardeşleri Lut onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? |
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ(162) Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(163) Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ(164) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak alemlerin Rabbidir. |
أَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَمِينَ(165) Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz! |
وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُم مِّنْ أَزْوَاجِكُم ۚ بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ(166) Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz! |
قَالُوا لَئِن لَّمْ تَنتَهِ يَا لُوطُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمُخْرَجِينَ(167) Onlar şöyle dediler: Ey Lut! (Bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden olacaksın! |
قَالَ إِنِّي لِعَمَلِكُم مِّنَ الْقَالِينَ(168) Lut: Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim! |
رَبِّ نَجِّنِي وَأَهْلِي مِمَّا يَعْمَلُونَ(169) Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden (vebalinden) kurtar. |
فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ(170) Bunun üzerine onu ve bütün ailesini kurtardık. |
إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ(171) Ancak bir kocakarı müstesna. O, geride kalanlardan (oldu). |
ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ(172) Sonra diğerlerini helak ettik. |
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا ۖ فَسَاءَ مَطَرُ الْمُنذَرِينَ(173) Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki... Uyarılanların (fakat yola gelmeyenlerin) yağmuru ne de kötü! |
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(174) Elbet bunda büyük bir ibret vardır; fakat çokları iman etmezler. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(175) Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
كَذَّبَ أَصْحَابُ الْأَيْكَةِ الْمُرْسَلِينَ(176) Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı. |
إِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ أَلَا تَتَّقُونَ(177) Şuayb onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? |
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ(178) Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ(179) Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ(180) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak alemlerin Rabbidir. |
۞ أَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِرِينَ(181) Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın. |
وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ(182) Doğru terazi ile tartın. |
وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ(183) İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. |
وَاتَّقُوا الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْأَوَّلِينَ(184) Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) dan korkun. |
قَالُوا إِنَّمَا أَنتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ(185) Onlar şöyle dediler: Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! |
وَمَا أَنتَ إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُنَا وَإِن نَّظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ(186) Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bilki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. |
فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًا مِّنَ السَّمَاءِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ(187) Şayet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır. |
قَالَ رَبِّي أَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ(188) Şuayb: Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir, dedi. |
فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَهُمْ عَذَابُ يَوْمِ الظُّلَّةِ ۚ إِنَّهُ كَانَ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ(189) Velhasıl onu yalancı saydilar da, kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azabı idi! |
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ(190) Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. |
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ(191) Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. |
وَإِنَّهُ لَتَنزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ(192) Muhakkak ki o (Kur'an) alemlerin Rabbinin indirmesidir. |
نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ(193) (Resulüm!) Onu Ruhu'l-emin (Cebrail) indirdi. |
عَلَىٰ قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ(194) Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, |
بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ(195) Apaçık Arapça bir dille. |
وَإِنَّهُ لَفِي زُبُرِ الْأَوَّلِينَ(196) O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır. |
أَوَلَمْ يَكُن لَّهُمْ آيَةً أَن يَعْلَمَهُ عُلَمَاءُ بَنِي إِسْرَائِيلَ(197) Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil midir? |
وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلَىٰ بَعْضِ الْأَعْجَمِينَ(198) Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, |
فَقَرَأَهُ عَلَيْهِم مَّا كَانُوا بِهِ مُؤْمِنِينَ(199) Bunu onlara o okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. |
كَذَٰلِكَ سَلَكْنَاهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ(200) Onu günahkarların kalplerine böyle soktuk. |
لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ حَتَّىٰ يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَلِيمَ(201) Onun için, acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler. |
فَيَأْتِيَهُم بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(202) İşte bu (azap) onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir. |
فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنظَرُونَ(203) O zaman: Bize (iman etmemiz için) mühlet verilir mi acaba? diyeceklerdir. |
أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ(204) (Durmadan mucize talebiyle) onlar bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlardı? |
أَفَرَأَيْتَ إِن مَّتَّعْنَاهُمْ سِنِينَ(205) Ne dersin! Eğer biz onları yıllarca yaşatsak. |
ثُمَّ جَاءَهُم مَّا كَانُوا يُوعَدُونَ(206) Sonra tehdit edilmekte oldukları (azap) başlarına gelse! |
مَا أَغْنَىٰ عَنْهُم مَّا كَانُوا يُمَتَّعُونَ(207) Faydalandırıldıkları nimetler onlara hiç yarar sağlamayacaktır. |
وَمَا أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ إِلَّا لَهَا مُنذِرُونَ(208) Bununla birlikte hangi memleketi, helak ettikse muhakkak onu uyarıcı (peygamberleri) olmuştur. |
ذِكْرَىٰ وَمَا كُنَّا ظَالِمِينَ(209) (Onlar)ihtar edilmiştir ve biz zülmetmiş değilizdir. |
وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاطِينُ(210) O'nu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. |
وَمَا يَنبَغِي لَهُمْ وَمَا يَسْتَطِيعُونَ(211) Bu onlara düşmez; zaten güçleri de yetmez. |
إِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ(212) Şüphesiz onlar, vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır. |
فَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَٰهًا آخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّبِينَ(213) O halde sakın Allah ile beraber başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra azap edilenlerden olursun! |
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ(214) (Önce) en yakın akrabanı uyar. |
وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ(215) Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. |
فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ(216) Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım. |
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ(217) Sen O mutlak galip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan. |
الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ(218) O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. |
وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ(219) Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor). |
إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(220) Çünkü her şeyi işiten, her şeyi bilen O'dur. |
هَلْ أُنَبِّئُكُمْ عَلَىٰ مَن تَنَزَّلُ الشَّيَاطِينُ(221) Şeytanların ise kime ineceğini size haber vereyim mi? |
تَنَزَّلُ عَلَىٰ كُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ(222) Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. |
يُلْقُونَ السَّمْعَ وَأَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَ(223) Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. |
وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ(224) Şairler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar. |
أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ(225) Baksana onlar her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. |
وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ(226) Ve onlar yapamayacakları şeyleri söylerler. |
إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا ۗ وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ(227) Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. |